ALLAHU AZİMUŞŞAN, Rad Suresi 28. ayette, “Onlar iman edenler ve kalpleri Allah zikriyle tatmin olanlardır” buyuruyor. “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olurlar”. Tatmin yani; mutmain. Tatmin olmaktan maksat; yani şevk şüphe kalmamış. Aynı nasıl nefis makamında Mutmain Makamı var, kalbin de derecatları var. İşte bu kalbin kavli yani şek şüphesi kalmaması için gerekli olan en eftal olan ibadet nedir; zikrullah. Yani Allah’ı zikretmek. Çünkü ayetle de sabit; “Onların kalpleri Allah’ı anmakla, zikretmekle tatmin olunur” buyuruyor. Çünkü ayet-i kerimede Allahu Teâlâ; “Onların gözleri vardır, görmezler. Kulakları vardır, işitmezler. Kalpleri vardır, düşünmezler, idrak etmezler” buyuruyor. Düşünme mekanizması sadece akılda olduğu gibi, manevi yönden olanlar ise kalpte teveccüh buluyor. Çünkü normalde müşriklerin reisleri, yani onlar ne yapıyordu, halka yön veren kişiler yani bunlar akılsız bir kişi miydi; akıllıydı. Ama iman terazisi işte kalpten tartıldığı için, kalpte de eksiklikler olduğu için, kalbinde nasıl insan nefsinin eksikleri olduğu gibi kalbinde öyle eksikleri var. Bunları ayet-i kerime ile de sabit.
Kalbin halleri, derecatları, makamları, işte bunlar nelerdir? Mesela Kur’ân’dan bahsettiği gibi aynı nefis derecatlarında olduğu gibi işte Emmare, Levvame, Mülhime. Bunların nasıl kötü hasletleri varsa, Mutmain, Radiye, Merdiye, Safiye; onlarında iyi hasletleri var. İşte bunlar da kalpte aynı şekil. Mücrim kalp var, münkir kalp var. Şedid kalp, kat’a gafil, lahiyet kalp var, Ondan sonra bir de iyi olanları var mesela; ala kalp var, rabıta olan, rabıta yapan hani. “İki kavim topluluk birbirinize düşmandınız” diyor Rabbil Alemin Enfal Suresi’nde. “Sonra o sizin kalplerinizi birbirine bağladı”. Rabıta ettirdi. Ondan hariç kalbi selim olan var. Hübbi kalp. Yani kalp o kötü derecelerden geçince ulvi kalp mertebeleri tezahür ediyor. İşte o Allah zikrede ede ede, o Allah’ın Esmalarındaki Nurları mıknatıs gibi çeke çeke o kemâlât buluyor. Yoksa manevi yönde karar veren mekanizma neydi; kalpti. Çünkü diğer dünyevi şeylerde ise neydi; insanın aklı. Halbuki akıl kaypaktır yani. Nefsin güdümünde gidiyorsa. İşte insandaki çoğu haller nereden meydana geliyor? Kalbinden. Yani “Yumuşak huyluydu” diyor mesela peygamberler için. O kalbi bir vasıf. Yoksa “Yumuşak akıllıydı” demiyor ki.
Hisler, duygular yani kalbi olan şeyler. İşte insanı da maneviyata yönlendirecek olan şey nedir; yine kalp. Yani kalben insan Allahu Teâlâ’ya ilk önce niyetinde varsa yani iman etmek kalbi niyetiyle oluyor. Yoksa akıl niyetinden olmuyor yani. Nasıl ki tasavvufta nefis terbiyesi varsa, bir de kalbin kemâlât bulması içinde ne var; zikir var. İşte o zikrin Nuruyla kemâlât bulması var. Yani kemalâttan ne; kamil insan olabilme. Yani sadece dilde zikir olunca fazla etkisi olmuyor. İşte dilden kalbe olması lazım ki çünkü; ayet-i kerimede ne buyuruyordu Rabbül Alemin, “Onların kalbi titrer.” Herhangi bir manevi atmosferde işte vecd hali, o anki haz, his. Kişi manevi yolculuğu işte kalpten yapıyor. İşte onun için; “Niyet; amelden üstündür” denilen şey kalbi, niyet kalbi. Yani kalpten alınan niyet. Yoksa nefsane eğer niyet varsa o zaman işin içine dünyevi menfaat girdi. Ama kalbi alınan niyet, yani kalbi niyetten maksat ne? Sadece Allah rızası için. Yani kişi attığı adımda bile kalbi niyet mi, yoksa nefsani niyet mi, hangisi?
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz kalp hakkında ne buyurmuşlardı; “İnsanda bir et parçası vardır. Bu eğer iyi olursa, diğer azaları da iyi olur. Eğer bu et parçası kötü olursa diğer azaları da kötü olur.” Yani onun iyiliği ve kötülüğü insanın azalarına sirayet ediyor yani kalbin temizliği, parlaklığı da neyledir cilası; Allah zikri ile Ankebut 45’te de Rabbil Alemin; ‘‘Zikrullahu Ekber’’; ‘‘Allah zikri en büyüktür” buyuruyor yani zikir olarak en büyük ibadet nedir; Allah’ın zikri, bir de ikinci mana ise Allah’ın zikri en büyüktür. Yani Allah’ın kendi kendine zikir etmesi en büyüktür. Çünkü en ala şekilde mahiyetini en çok kim bilir? Allahu Teâlâ bilir kendi mahiyetini.
Peygamber Efendimiz, Salatu Selam Efendimiz; “Ya Rabbel Alemin, ben Seni senâ etmekten acizim. Sen ancak kendini senâ ettiğin gibisin” buyuruyordu. Çünkü insanın özü, cevheri nedir, Allahu Teâlâ’dır; “Ben ruhumdan üfledim” diyor. Yani bu kişide ne kadar maddiyata bürünür isek yani nefsaniye, dünyeviye bağlantılı olursak, bu beden kafesinin üstüne demir ağlar örmüş gibi oluyoruz. Yani kuş kafesinden nasıl uçamaz, aynı o şekil. Ama ne zaman ki işte o beden kafesini yırtmak yani; Allah’ın zikriyle, Allah’ın dedikleriyle o zaman öz cevherine doğru uçacak. Yoksa insan işte zikirdeyken ya da ne bileyim bir ayet okurken ne yapıyor? İnsan ağlıyor. İşte o gözyaşına kalpten gelen o hissiyat, öz cevherinden gelen bir hissiyat o, hasret, özleyiş, sevgi işte; cevherden geliyor bize ki o zaman işte o gözyaşlarına dönüşüyor ya da nedir vecd hali, titreme hali, bir anlık o bağlantıyı yakalayabilme. İşte o bağlantıyı yakalayabilince insan ne diyor; “Enel-Hak” diyor, “Ben Hakk’ım” demekten maksat yani; kendi benliğini hiçliğe vurmuş yani kendini yok olarak sayıyor, sadece Allah’ın varlığına müşahede etmiş, O’nda kaybolmuş.
İşte insan olabilme yolunda yürüyen kişi Hazreti Ali (r.a) Efendimiz şöyle buyuruyordu; “O Allahu Teâlâ ne Subhandır ki,” diyor, “Yağ ile gördüren” yani; gözün ana sıvısının maddesi ne; yağ. “Yağla gördüren, kemik ile duyuran”, kulaktaki o kıkırdak. Ondan sonra; “Et parçasıyla da konuşturan”. Göz nedir bizim için; bir casus. Yani etraftaki olan olayları bize casus gelip bildiriyor. İşte buna ibret nazarıyla bakmak kalbin görevidir.
Mesela bir camiye gidiyorsun. Eski bir camiye. O kapının eşiğinde mermer var 10 santimlik, 12 santimlik. Ona baktığın bile o ibret nazarı oluyor. Yani içerideki ayetleri okumadan evvel. O caminin düşün ki kaç yüzyıllarca insanlar gide gele, gide gele 5-6 santim aşınmış. Yani bu bile bir ibret. İşte buraya insanlar ne niyetle geldiler, gittiler, hepsi ne yaptı, kulluk için o camiye aktılar. Ama niceleri geldi gitti. Yani sabit olan olmadı. Bu bir insana ibrettir. Yani ibret nazarıyla bakabilmek.
Kelam desen, kelam da öyle. Biz konuşuyoruz, harfleri işte ne yapıyoruz; kelime, ondan sonra cümleye döküyoruz. Halbuki bir lal olsak, iki kelime bir araya bile getiremeyiz. Yani bu büyük bir nimette işte biz ne yapıyoruz, düşünüyoruz. Bak otomatikman düşüncelerimizi dile döküyoruz. Ama büyük bir nimet. Bir lal için bu çok zor bir şey. Yani her harfin bir Nuru var. O Nurları bak tamamlayıp konuşabiliyoruz. Meramımızı anlatabiliyoruz. Büyük nimet. Kulak desen o bir kemik parçası o kıkırdak. Öyle titreşim ile duyabiliyoruz. Bu nereye gidiyor, idrak merkezine. İşte oradan bütün ses ayrımlarını yapabiliyoruz. Anamızın sesi mi, babamızın sesi mi, kuş sesi, tren sesi. Bütün sesleri bir de ayırt ediyoruz otomatikman o. İşte bir de bunlardan ibret alabilmek. Bir Kur’ân mı dinliyoruz, ilahi mi dinliyoruz? Yani bizim maneviyatımıza katkısı olan şeyleri mi dinliyoruz? Yani dinlediğimiz şeyler bizim maneviyatımıza ne katabildi? O da bir casus bizim için. Çünkü bütün sesleri bize getiriyor, aktarıyor. İşte o ayrımı biz yapıyoruz. Hangisi bize lazım ise onu ezberliyoruz, hıfzediyoruz.
İşte neden dolayı bu? Mesela bir dua okuyacağız, onu ezberliyoruz. Bir sure okuyacağız, onu ezberliyoruz. Bize lazım olan, maneviyata lazım olan şeyleri ne yapıyoruz; hemen onu otomatikman beyin hıfzediyor. Kalbin hıfzediyor esasında bunu. Yani kalbin idraki ile. Yoksa öbür türlü bir şarkıyı da ezberleyebiliriz. Malayani başıboş lafları da öğrendik, onları da hıfzedebiliriz. Ama kalbi olan, manevi olan şeyleri kalp işte otomatikman onu kapıyor. Çünkü o manevi olan kelimelerin neyi var; Nuru var. Her harfin Nuru olduğu gibi, yani bir pozitif, bir negatif. İşte bize faydalı olan, manevi olan şeyler pozitif olan, kemâlât katan, Nurlu olan. İşte kalbin başkent olabilmesi için çünkü başkent olacak ki oraya cumhurbaşkanı gelecek, değil mi? Onun için başkent olabilmesi için ilk önce tövbe istiğfar dıştan. İçten nedir? Gözyaşı. O gözyaşı kalbin hissiyatıyla gelir. Ondan sonra zikir tokmağı ile süslemek, temizlemek, paklamak. İşte ondan sonra cumhurbaşkanı nasıl geliyor başkente. İşte bizim de kalbimiz tövbe istiğfar ile temizleyip, zikirle de süslersek yani.
“Padişah konmaz saraya, hane mamur olmadan” denildiği gibi işte hane temiz olacak, pak olacak. Ondan sonra ancak Allahu Teâlâ o kalbe tecelliyat buyuruyor. Onun için müminin kalbi pasaklı olmaz yani. Orayı ne yapar, mamur eder. Nasıl ki insan bedenini dış etkenlerden korumak için elbiseler giyiyor, işte ayakkabı giyiyor ona göre, mevsimine göre. İşte insanında bir de iç alemi için giydirecek olduğu nedir; takva elbisesi vardır.
Ayet-i kerimede Allahu Teâlâ öyle buyuruyor; “Takva elbisesi ise daha üstündür” diyor. İşte o takva elbisesini kalbine giydiren kişiyi nereye götürecek o zaman onu insanı? Manevi olan şeylere, hayırlı olan şeylere. Çünkü takva elbisesi öyle bir şey. Görünen bir şey değil ki bu. Dış, görünen elbisemize ne kadar itina gösteriyorsak işte iç; içimize giydirecek olduğumuz takva elbisesi de işte o kadar çok önemli. Manevi elbise, manevi zırh. İpliği, kumaşı Nurdan olan elbise yani. İşte bu çarşı pazarda bulunmuyor ki hemen alalım giyelim üstümüze. Bunu kendi kendimize içten içe öreceğiz. Madeni ne; maneviyat. Maneviyatın başlangıç olacak olduğu yerde neresi; kalp. Kalbin sermayesi ne; Allah’ı anmak. Allah’la olmak yani.
NOT: Sohbetlerde işittiklerinizi veya okuduklarınızı kendi kendinize yapıp, vird haline getirmeyin, tasavvuf ehli iseniz Mürşid veya vekile danışmadan günlük zikir dersine ekleme ya da çıkarma da yapmayın. Ama arasıra yapılmasında da mahzur olmadığını da belirtmek isteriz.
#RadSuresi #EnfalSuresi #takva#kalpmertebeleri #Nur #kalbinnurlanması #nurlanma #nurlanmak #akıl