Mevlana Celaleddin Rumi (k.s) Hazretleri bir söyleyişinde şöyle buyuruyor:
Gel gene gel, neysen ne yapmışsan gene gel.
İster yüz kere tövbe etmiş ol, ister yüz kere tövbeni bozmuş ol.
Bu kapı umutsuzluk kapısı değil, nasılsan öyle gel.
Yani dergahları, tasavvuf yolunu kurtuluş yolu olarak bildiriyor. Yunus Emre de şöyle söylüyor:
Şeriat, tarikat yoldur varana.
Hakikat, marifet ondan içeri.
Yunus Emre’de ilk bu tasavvuf, tarikat yoluna girmeden evvel Hacı Bektaş Veli’nin dergahına gidiyor. O zaman onda alıç var. Bu muşmulaya benzeyen bir meyve, dikenli bir meyve. Ağza burukluk tadı veren bir meyve. Ondan tabi köylerinde çok var, bunu verecek takas yoluyla, işte; bir çuval buğday alacak. Gidiyor dergaha takas yapmak için. Hacı Bektaş Veli de diyor ki, o her getirdiği alıç için diyor; “Bir nefes verelim” diyor, “Ya da buğday mı hangisini istersen?” diyor.
Yunus Emre diyor; “Köyde ev halkı aç, onun için bize buğday lazım. Bize daha çok buğday lazım yani.”
O zaman tekrar teklif ediyor; “Her getirdiği alıcın” diyor, “İçindeki çekirdeğinin her tanesine” diyor, “10 nefes vereyim” diyor.
Yine kabul etmiyor. Bu sefer tabi buğdayı alıyor, yükleniyor gidiyor köyüne. Yolda giderken aklına geliyor. “Allah Allah bu bana” diyor, “Böyle bir şey söyledi ama bir nefes, bir alıca karşılık. Bunda bir hikmet vardır” diyor. “Gideyim bari takası o şekilde yapayım.” Gidiyor, “Tamam ben, kabul ediyorum. Bana nefes versin buğday yerine” diyor.
Ondan sonra, Hacı Bektaş Veli; “O geçti artık” diyor, “Senin kilidini” diyor, “ Tapduk Emre’ye verdik. Sen eğer gerçekten bu yolu istiyorsan Tapduk Emre’ye müracaat et.”
Ondan sonra gidiyor Tapduk Emre’ye. Ondan sonra Tapduk Emre’nin yolunda 40 yıl hizmet ediyor. Sadece odun taşıyor ve getirdiği odunlarda ne yaş odun var ne de eğri büğrü. Bir gün Mürşidi söylüyor ona; “Yunus Emre” diyor, “Evladım, ormanda hiç eğri büğrü ya da yaş odun yok mu ki sen hep düz odun ve kuru odun getiriyorsun!”
O da diyor ki; “Efendim, sizin dergahınıza eğri büğrü odun girmez.”
Tapduk Emre şöyle diyor, Yunus’a; “Ey Yunus, bu kapıya gelene ‘Neden geldin?’, gidene ‘Neden gittin?’ denmez.” Yunus Emre dergaha odun çekiyor, düşünüyor sonra kendi kendine. “Ben” diyor, “Bu dergaha 40 yıldır hizmette bulundum, ama bir yol kat edemedim. Yani eksiklik bende” diyor. “Ben” diyor, “En iyisi yola revan olayım çıkayım.” Yani başka arayışlar içine giriyor.
İzin vermeden dergahtan ayrılıyor bu. Sonra yolda iki tane arkadaş buluyor. Bunlarla beraber seyahat ediyorlar. Tabi Yunus’un nereye gittiği belli değil. Onlarla beraber takılıyor. Yol arkadaşlığı yapıyor yani. Bunların erzakları, yiyecekleri tabii bitiyor. Ondan sonra diyorlar, “Madem hepimiz dervişiz. Allah’tan isteyelim. Allah bize sofra göndersin. Ağzımız nasıl olsa zikirli, dualı.” Birinci gün işte bir arkadaşı, sofi arkadaşı dua ediyor. Bir yer sofrası geliyor. Yiyorlar, içiyorlar. Ertesi gün öbür arkadaşı ediyor. Yine bir sofra geliyor. Yiyorlar, içiyorlar. Ondan sonra sıra Yunus Emre’ye geliyor. O da dua ediyor. Bu sefer iki sofra birden geliyor. Öbür yol arkadaşları tabii şaşırıyor, diyorlar; “Biz dua ettik bir tane sofra geldi. Sen edince iki tane geldi. Bunun sebebi hikmeti nedir?” Yunus Emre de diyor ki; “Siz kimin yüzü suyu hürmetine istediyseniz, ben onun yüzü suyu hürmetine istedim. Bu şekilde iki tane geldi. Siz kimin yüzü suyu hürmetine istemiştiniz?” diyor. Onlar diyorlar ki, “Biz Tapduk Emre’nin dergahında bir dervişi varmış Yunus Emre diye!”. O çok yüksek makamlara gelmiş. onun ünü şöhreti de artmış. Ama Yunus bilmiyor tabi, hani “Allâhu Teâlâ’nın öyle kulları vardır; kendisi Veli olmuştur, kendisi bilmez; halk bilir. Bu da o kişilerden Yunus Emre. Öyle dediklerini öğrenince, çünkü; o kendisi dua ediyor. Hem kendisi için dua etmiş oluyor, hem de onların yüzü suyu hürmetine dedikleri için iki defa sofra gelmiş oluyor. İki defa istemiş gibi oluyor. Bunu öğrenince; “Benim” diyor, “Geri dönmem lazım”. Sebebini de tabii söylemiyor.
Tekrar yine dergaha gidiyor. Çünkü anlıyor hatasını. Halbuki ermiş olmuş ama kendisi farkında değil. İşte kapıyı çalıyor. Hacı anne çıkıyor. Tapduk Emre’nin eşi. “Anne” diyor, “Ben böyle böyle bir hata yaptım. İşte ben bu yolda fazla yol alamadım. Ondan terk-i diyar eyledim burayı. Size de haber vermedim. Şeyhim beni” diyor, “Tekrar kabul eder mi?”
“Öğreniriz oğlum” diyor. “Sabahleyin” diyor, “Avluya abdest almaya çıkar” diyor. Normalde Tapduk Emre’nin gözleri kör ama manevi gözleri açık tabii. “O avluya çıkarken sen kapının eşiğine uzan. O bir ayağınla şöyle yoklar, yumuşaklık hisseder sorar bana; ‘Kim geldi, kimdir bu?’ diye” diyor. “Ben derim ki Yunus. Eğer; ‘Kim Yunus?’ derse” diyor, “Seni silmiştir. Ama ‘Bizim Yunus mu?’ derse, senin daha kalbinden silmemiştir” diyor.
Aynen tatbik ediyorlar. İşte Tabduk Emre tam avluya çıkacak, kapının eşiğine yatıyor. Yumuşaklığı hissediyor. Soruyor hanımına. “Hanım” diyor, “Kimdir bu? Nedir bu?”
“İşte, efendim Yunus’tur.” “Bizim Yunus mu?” deyince, hemen Yunus Emre atlıyor Mürşidinin elini öpüyor. “Efendim, ben böyle böyle bir hata ettim. Affedin beni.” O da zaten gönlünde olan bir dervişi. Onun bir asası, bastonu var. Onu alıyor, havaya doğru sallıyor. Savuruyor bunu. “Bunu” diyor, “Ara bul bastonu. Bu gittiğin yerlerde irşad et!” Yani irşad makamına gelmiş zaten. Ondan sonra Yunus Emre o bastonu arama bahanesiyle çıkıyor yollara, revan oluyor. Gittiği yerleri irşad ede ede gidiyor. Eskiden 30 yılda olana bile, “Ne çabucak oldun” derlermiş.
Zamanın birinde de bir Şeyh, müridi var bunun. Bu da Mürşidinden dua istiyor. Himmet istiyor. “İlla” diyor, “Bana himmet edin, dua edin Mürşidim. Benim kalp gözüm açılsın, işte keşif gözüm açılsın” diyor.
“Oğlum” diyor, “Yapma, etme” diyor, “Kaldıramazsın” diyor, “Böyle kolay şey değil”. “Yok efendim, kaldırırım, şöyle yaparım böyle yaparım, illa himmet edin, dua edin…”, artık Mürşidi dua ediyor, buna himmet ediyor, bunun kalp gözleri açılıyor.
İlk açıldığı gün bir bakıyor Şeyhin alnına, alnında ‘Şaki’ (cehennem ehli) yazıyor. Çocuk şaşırıyor, bu nasıl bir olay, bizim gittiğimiz yolun başındaki Şeyhin başında şaki, cehennem ehli yazıyor. Tabi bunu öğrenince başlıyor yavaş yavaş ayağını dergahtan kesmeye. İşte üç gün, beş gün arayı uzatıyor yani. Tabi Mürşit biliyor neden şey yaptığını, gelmediğini. Sonra haber salıyor diyor, “Bütün” diyor, “Dervişlerim gelsin, şu gün toplanacağız, işte muhabbet edeceğiz”.
Bu gelmeyen, ayağını kesen, keşif gözü açılan müride de söyleniyor tabii. O da geliyor. İşte geldikten sonra ona dönüyor; “Evladım” diyor, “Senin bir günde gördüğünü, biz 40 yıldan beri görüyoruz” diyor. “Peki” diyor, “Bunu gördüğümüz halde, Allah’tan, kulluğumuzdan” diyor, “Vazgeçtik mi?” diyor. “Hayır. Yani buraya eğer dergaha geliniyorsa ya da bu ders çekiliyorsa Allah için, benim için çekmeyeceksin” diyor, “Benim için yapıyorsan zaten yanlış yapıyorsunuz. Allah için yapılıyor bu yol.”
Tabi Allâhu Teâlâ için hiçbir şey farz veya vacip değil. O anda Şeyhinin alnında yazan ‘Şaki’yi, ‘Cennet ehline’ çeviriyor. Yani esas, ana vurgu burada yapılan işi sadece Allah rızası için, Allah için yapmak. Onu belirtmek istiyor. İşte kimisi derviş kardeşine kızıyor. Kimisi kendi kafasındaki problemlere göre bir yol çiziyor. Dersi kimisi bırakıyor, tekrar devam ediyor. Tam sadık olunmuyor yani. Yani kafasına göre tarikat ya da Şeyh aranılıyor. Halbuki, “Şeyhe, tarikata uyayım” demiyor da. Halbuki yol bir. Tarikatlar hiç kimsenin tapulu malı da değil. Gaye, amaç ne; Allah rızası. Tarik nedir; yol. Seyri sülük nedir; seyrederek gidilen yol. Alınan ilim ve dersler yani çekilen zikirler de nedir; Nur. “Allâhu Teâlâ’nın bize sunmuş olduğu Nurlar. İşte bunu nasıldı ki mürit bir yolda giderken ne oluyor? Onun bir adım önüne Nur yani ışık tutuluyor ki o tökezleyip gitmesin. Ona göre işte, her adım attığında ne oluyor? Ders yükseliyor. Kademe, kademe, adım, adım gidiliyor. İşte on adım ışığı tutarsan kişi yine önünü göremez. Direkt ışığı gözüne de tutulursa, yine insan önünü göremez. Tökezlemesi muhtemeldir yani. Onun için kademe kademe gidiliyor, ders ders.
Yunus Emre’nin dediği gibi; “Adım adım ileri beş alemden içeri.” Yani beş duyudan içeri.
Allâhu Teâlâ ne buyurmuştu? “Biz kendi ruhumuzdan üfledik” diyordu. Hacı Bektaş Veli de, Yunus Emre’ye ne diyordu; “Sana bir nefes mi verelim, yoksa buğday mı?” Yani yine iş nereye geliyor; nefis olayına. “Nefsini bilen Rabbini bilir.”
“Kaldır beni aradan, görünsün sana Yaradan” demiş erenler.
Bu zamanda, yani ahir zamanda dervişliğin tabii getirisi de büyük. Çünkü Peygamber Efendimiz hadisinde ne buyurmuştu, Ashabıyla birlikte otururken, “Eğer” dedi, “İslam’ın emrettiklerinden onda birini yapmazsan, helak olursun” dedi. “Ama öyle bir zaman gelecek ki” dedi, “Ahir zamanda İslam’ın hükümlerinden emrettiklerinden onda birini yapan kurtuluşa erecektir”.
Yani Yunus Emre’de ne diyordu:
Yol odur ki hakka vara, göz odur ki doğru göre, er odur ki alçaktan baka, yukarıdan bakan göz değil.
Bir er eteği tuttun ise, birine bir hayır ettin ise, bire bin az değil.
Yani bu insanlığın bozulduğu zamanda eğer Hak yolunda gidiliyor ise, Peygamber Efendimiz ne diyordu? “Ahir zamanda istikamet sahibi olan kişi kırk şehit sevabı alır” diyordu.
Allâhu Teâlâ ayet-i kerimede de öyle diyor; İslam’a ilk girenlerle, sonra girenlerin derecelerinin aynı olmayacağını söylüyordu. Çünkü en büyük zahmeti onlar çekmişti. E şimdi de böyle. Şimdi herkes zevk ve heveslerin peşindeyken, sen ne yapıyorsun? Nefsinin isteklerine, arzularına gem vuruyorsun. Allah yolunda, nefsini kullanmayı tercih ediyorsun. Çoğunluk Allah’a sırtını dönmüşken, sen yönünü ne yapıyorsun, Allâhu Teâlâ’ya yöneltiyorsun. Onun için ecri ve getirisi büyük. Yani yolu terk etmek, “Artık benim ecri ve mükafatlara ihtiyacım kalmadı” demek gibi oluyor.
NOT: Sohbetlerde işittiklerinizi veya okuduklarınızı kendi kendinize yapıp, vird haline getirmeyin, tasavvuf ehli iseniz Mürşid veya vekile danışmadan günlük zikir dersine ekleme ya da çıkarma da yapmayın. Ama arasıra yapılmasında da mahzur olmadığını da belirtmek isteriz.
#MevlanaCelaleddinRumi #YunusEmre #TaptukEmre #Mürsid #mürşit #Şeyh #himmet #nefes #nefs #arzu #istek #tarikat #tarik #seyrusülük #seyrisuluk