“Hırsı bırak, kendini boş yere harcama, şu toprak altında çırak da bir usta da”, diyor Mevlana Celaleddin Rumi (k.s), diğer bir beytinde ise, “Zengin yoksulu hor görür ne diye, sağa soluna yan bakar ne diye, ikisi de senin elin, ikisi de, peki kutlu ne, kutsuz ne?” diyor; “Kendine gel, benlikten çık, uzak dur”. Çünkü hiçbir mümine yakışan bir hal değildir bu.
Mevlam Teala ayet-i kerimesinde; “Yeryüzünde büyüklenerek yürüme, çünkü sen ne yeri yarabilir ne de dağlara ulaşabilirsin, erişebilirsin” buyuruyor. Azamet, kibriya, ululuk, yücelik, büyüklük ancak Allah Azim-ü Şan’a aittir ki; kim ona yeltenirse büyük bir çarkın dişlerine yeltenmiş gibi olur. O çark onu parçalar ve nitekim yerle yeksan eder. Dervişlik sadece sakalla, takkeyle, hırkayla olunmuyor, layık olmak, onların hakkını vermek gerekiyor.
Hazreti Süleyman (a.s) zamanında bir derviş vardı. Bu yolda gidiyordu. Bir kuş gördü. Kuşa yaklaştı, baktı. Kuş kaçmıyor. Hamle yaptı ona, yakalamak için. Kuş can havliyle kaçarken, ağaca tosladı ve kanadını kırdı. O kırık kanatla yarım yamalak uçarak Hazreti Süleyman (a.s)’ın huzuruna geldi; “İşte ben şikayetçiyim şu dervişten” dedi.
“Neden?” dedi.
“Ben orada otlanıyordum yani yemleniyordum. O derviş bana hamle yapınca ben de ondan can haliyle kaçarken, ağaca tosladım. Kanadımı kırdım. Yani o benim kanadımın kırılmasına vesile oldu”. Sonra dervişi çağırdı, dedi, “Böyle, böyle… diyor bak kuş, ne diyorsun?” diyor, “Efendim, ben ona doğru yaklaştım” diyor, “O” diyor “Kaçmadı, e benim de” diyor, “O anda avcılık hissiyatım geldi” diyor, “Onu yakalayıp, işte pişireyim, cızbız yapayım diye, ondan sonra o kaçmayınca, ben de onu yakalamak için üstüne vardım” dedi.
“Peki” dedi, “Sen” kuşa, “Neden bunu gördün, kaçmadın?” dedi.
“Efendim, dedim ben ona baktım” dedi, “Başında takke var, sırtında hırka var, yani; bu derviştir. Allah’a yakın olan kullardan, beni yani yakalayacağına şey yapmadım” diyor. “Bir ihtimal vermedim. Bunun yani” diyor, “Bunun yerine kılığına aldandım ben, yoksa normal bir kişi olarak gelseydi ben” diyor, “Onu gördüğüm zaman hemen kaçar giderdim”.
“Yani o zaman” dedi, “Kısas olarak bunun” dedi, “Kolunu kıralım”.
“Yok, istemem” dedi, “Onun kolunu kırılsın” dedi, “2-3 ay sonra dedi iyileşir” dedi, “Yine” dedi, “Başkasına, böyle bir kuşa celbeder, onu yakalamaya çalışır” dedi.
“Onun için dedi ne yapalım?” dedi,
“Bunun başından da takkeyi alın” dedi, “Hırkasını da alın” dedi. “Yani bu o görünüme sahip ama o meziyetler yok onda. Bunu alın ki” dedi, “Başka kuşlar benim gibi aldanmasın.”
Yani mümin olan, derviş olan kişi; elinden, ayağından, dilinden emin olunan kişi demektir yani; karşı tarafa bu hissiyatı verebilmek lazım. Eğer bu hissiyatı veremezsek o zaman vah bize, tüh bize yazık bize yani! Ayet-i kerimede ne diyordu; “İnsanları küçümseyerek onlardan yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme, kuşkusuz Allah kendisini beğenip, övünenleri sevmez” diyor, Lokman Suresi’nde geçiyor hatta bu. “Yürüyüşünde ölçülü ol, sesini alçalt. Seslerin en çirkini eşek sesidir” diyor.
Bu ayet-i kerimeyi Mevlana Hazretleri inceliyor, “Neden” diyor “Eşeklerin sesi en çirkin olanı?” diye. Bakıyor eşeğin anırmasına, şeyden geliyormuş bu karın, yani nefs bölgesinden ya acıktığı zaman anırırmış eşek ya da karşı cinsi gördüğünde, işte bunlar hep şeyden, nefsten gelen, nefs galebe çaldığında bu sesi bağırıyor, eşek anırıyor.
Muhyiddin Arabi Hazretleri, Hakk’a yürüdüğünde, işte sorgu melekleri geliyor, ona; “Rabbin kimdir?” diye soruyorlar.
O da diyor ki, “Biz bizimleydik, bizimle bize geldik, bizi bizden mi sorarsınız?” diyor. Melekler şaşırıyor, bir anlam veremiyorlar. Tekrar Rabbil Alemine geri dönüyorlar diyorlar; “Ya Rabbil Alemin böyle bir kulun geldi, bize böyle söyledi, ‘Biz bizimleydik, bizimle bize geldik, bizi bizden mi sorarsınız?’ ” diye.
“Ey meleklerim” dedi, “Onu” dedi, “Dünyadaykende” diyor, “İnsanlar dahi anlamadı, siz de anlamazsınız” diyor, “O Benim has kullarımdandır” diyor, “Bırakın onu” diyor.
Muhyiddin Arabi Hazretleri, vahded-i vücut eri. Hatta ne diyordu, “Sin şın’a geldiğinde” diyor, “Beni anlarsınız. O şey” dedi, “Bir müezzin ezan okunuyordu geldi, ona bir tokat çıkarttı” dedi, “Senin taptığın” dedi, “Benim ayaklarımın altındadır.”
O da tabii şikayet etti bunu kadıya, “Bana böyle böyle… dedi” diye, halbuki anlamadılar onun ne dediğini. O gün onun olayında aşikar eden Selim Han, Şam’a geliyor, fethediyor işte orayı. Ondan sonra diyor, “Nerede söylüyordu?” diyor. “Falanca yerde” diyorlar. Gösteriyorlar orayı. Orayı kazıttırıyor. Yedi küp altın çıkıyor, “Benim ayaklarımın altındadır seni taptığın” diye. O günde müezzin, sabah ezanına kalkmak için eşinle zifafa girmiş ezan vakti. Ezan vakti girmiş. Gusül almadan gidiyor ezan okumaya. Aylığından, maaşından olmasın diye. Tam Muhyiddin Arabi Hz.’leride biliyor bunu. Ona bir tokat çıkartıyor. “Senin” diyor, “Taptığın”, yani sen maaş için yapıyorsun bunu, para için; “Senin taptıkların benim ayaklarımın altında”.
Nitekim o şeyden kazdıklarında yedi küp altın çıkıyor. Selim Han onu çıkarttıktan sonra, işte Cuma günü onları halka dağıtmak için tam Cuma namazının dört sünneti kılınıyor. Ondan sonra iki farzı kılınacak. Söylettiriyor onlara işte, “Selim Han çıkan yedi küp altını halka arz edecek, dağıtacak”. Namazı terk edenleri hepsini çekiyor kenara, belirli bir yere topluyor onları. İçeride kalanlara da o yedi küp altını dağıtıyor, o terk etmeyenlere. “Siz” diyor demek ki diyor, “Mal, mülk, para için yani Allah’ı terk ettiniz”. Bir falaka onlara. Yani bu nedir, hep şey benlik yani kısa yoldan yolu köşeyi dönecek.
Cüneyt Bağdad-i Hazretlerinde bir molla tarafından zahir ilimle meşgul olan talebeler vardı. Bir de derviş olan zakirler vardı. Onlar da batıni ilimli olanlar.
Bir arkadaşı geldi onun. Dedi, “Hangi talebelerini daha çok tutarsın?” yani seversin.
O da dedi, “İstersen bunu örnekle gösterelim. Bir ilimden sor onlara. Nasıl cevap alacaksın?” İlk önce mollalara sordu bir ilim üzere, ilk önce gelen, “Ben” dedi, “Bilirim efendim” dedi, “Alasını”. Ondan sonra arkasından gelen mollaya sordu, o da dedi, “Ben bilirim, şöyle bilirim, öyle bilirim”, her gelen hep molla kısmından olanlar, “Hep ben bilirim, ben bilirim…”.
Sonra derviş olanlara geldi, sordu; “Evladım bu nedir?” “Efendim” dedi, “Arkamdaki kardeşim” dedi, “Benden daha iyi bilir. Ona sorunuz”. Ona sordu, o da öyle dedi. Hep arkadaki, arkadaki, en sonuncuya geldi. O da dedi; “Efendim” dedi, “Az önce önümden geçen kardeşim” dedi, “Benden daha iyi bilir” dedi, “Ona sorunuz”. Yani hiç benlik yok. İşte kişi ne diyor mesela, “İşte benim arabam, benim evim, benim koltuğum, benim gömleğim, benim ayakkabım, işte benim ayağım, benim başım…” E bak bu benim dediğimiz yerler hepsi bir yeri kapladı. Yani esas o zaman biz neredeyiz?
Allâhu Teâlâ bile ayetlerinde ne diyor; “İnna atayna kel kevser”. “Biz” diyor, “Biz sana” diyor, “Kevser’i verdik”. Allâhu Teâlâ bile yani Rab Esmasıyla öğreten, öğretici, yönlendiren. Yani nefsine ram olan Firavun ne yaptı? Kendi Rablığını ilan etti. Kibirlendi, büyüklendi. “Ben de sizin Rabbiniz değil miyim?”
Bir de nefsini hak yolunda feda eden Hallac-ı Mansur da; “Enel Hak” dedi. “Ben Hakk’ım. Ama biri nefsini sıfır noktasına getirmiş, yani; Hak’tan başka hiçbir şey olmadığını gösteriyor. Diğeri ise; nefsini yüceltmiş, kibirliliğini, büyüklüğünü. Yani ikisinin arasında dağlar kadar fark var. Biri meluniyet kutbu, eksi sıfırlarda, eksinin en dibinde. Birisi de artının en yükseğinde, o da velayet kutbunda. İkisi de dertten, tasadan uzak. Biri; “Ben günah işledim” yani, günah kavramı yok öbür günde. Diğeri ise kendini Allah’a, Hakk’a feda etmiş. O da günaha düşme şüphesi yok. İşte bunların ikisinin arasında kalan insanlar işte; “Şunu günah işledim, bunu böyle yaptım” deyip, işte vicdan azabı çekenler.
Nemrut da aynı öyle. İşte İbrahim (a.s)’a sordu; “Senin” dedi, “Allah’ın, inandığın ne yapıyor?” dedi.
“İşte” dedi, “Hayat veren” dedi, “Ve hayatlarını sona erdirendir” dedi.
“Eee” dedi, o da; “Ben de yaparım” dedi. İki kişi çağırdı, bir tanesini emir verdi, kelleye vurdurdu, öldürdü. Bir tanesine de dedi; “Bağışlıyorum” dedi. “Al işte” dedi, “Birisini ben öldürdüm. Birisinin hayatını bağışladım yani hayat verdim.”
“Öyle değil ki!” dedi, “Sıfırdan hayat verebiliyor musun?” dedi.
Yani “Allâhu Teâlâ’nın ayetlerine inanmayanlar, hep tartışanlar yani, elleriyle hiçbir delil olmadığı halde büyüklenme duygusundandır” diyor. Ayet-i kerimede de zaten öyle diyor.
Şeyh Muhyiddin Arabi Hazretleri Mekke’de, bu Fütuhat-ı Mekkiyye’yi yazıyor, Mekke’nin avlusunda. O zamanda, o devirde bir molla var, güzel vaaz eden, işte halkı peşinde sürüklüyor, bayağı etkili konuşuyor. O oradan geçerken Muhyiddin Arabi Hazretlerini gördü. Baktı orada, işte oturmuş bir kenarda kitap yazıyor. “Ya” dedi, “Benim peşimde” dedi, “Bir sürü insan” dedi. “Buna” dedi, “İşte Şeyh-ül ekber diyorlar ama” yani biraz kibirlilik girdi ona. Benlik girdi. Bu düşünceyi olunca tabii akşamına eve vardı. Bütün bilgileri silindi bundan. Oraya gitti, sordu. Buraya gitti, sordu. “Neden oldu? Yani tekrar nasıl gelebilir?” diye. Dediler, “Sen” dedi “Bak Şeyh-ül Ekber var Kabe’de. Avlusunda bir kitap yazıyor. Git ona danış. O nedenini söyler sana. Ya da yarana merhem olur.”
Gitti ona. Artık yapacak bir şey yok. Dedi; “Efendim, böyle böyle. İşte ben…” dedi, “Bütün bilgiler gitti. Bana” dedi, “Bunun nedenini söyleyebilir misin? Neden oldu yani?”
O da dedi; “Evlat” dedi, eline bir çomak verdi onun. “Bununla” dedi, “Kabe’nin avlusunda çizebildiğin kadar” diyor, “Büyük bir daire, çember çiz” dedi ona.
Çizdi geldi; “Çizdim efendim” dedi.
“Git ortasından” dedi, “Bir kum tanesi al gel” dedi ona, gitti işte ortalama baktı, şöyle ortasına bir kum tanesi aldı geldi.
“Geldim efendim, buyurun” dedi.
“Bak şimdi evladım” dedi, “Bu çizmiş olduğun daire” dedi, “Allah’ın sonsuz ilmini teşkil eder, gerçi bu çizgi onu ifade etmezde Dünyayı komple çizsen dahi. Temsili olarak. O ortasından aldığın bir kum tanesi de” dedi, “Senin, benim, işte mükevvenatda olan, her canlıdaki olan bilgi”. Dedi; ”Sen bununla mı,” dedi, “Yani dün buradan geçerken dedin, işte övündün. Biraz kibire kapıldın yani. ‘Ben işte şu kadar ilmim var, bilmim var. Benim etrafımda bir sürü insanlar işte beni sohbete geliyor, muhabbete geliyor’. Bizi hakir gördün yani” diyor.
O yani yaptığı hatayı ona temsili olarak anlattı. Ondan sonra ona tabi duada bulundu. Dedi; “Tövbe istiğfar et bu kibir alametinden. Çünkü o insanı mahveden bir şey. Çünkü şeytan bile neden kaybetti? Kibirliliğinden. ‘Hazreti Adem’i neden balçık çamurundan, adi bir çamurdan yaratıldı’ diye. Şimdi işte insanlar da bir Veliyi, Peygamberleri normal insan gibi görürse bu şeytanın şeyine düşer. Ondaki Allâhu Teâlâ’nın Esmalarını, tecelliyatını göremedi.
İşte Peygamber Efendimiz içinde ne diyorlardı? “Abdullah’ın yetimine mi peygamberlik geldi? O da bizim gibi çarşıda, pazarda dolaşan bir normal insan. Ona” diyor, “Melekler inmesi lazım değil miydi? Şu kadar servet verilmesi lazım değil miydi?” Yani bir sürü şey istiyorlar peygamber olabilmek için. Zaten peygamberlere ilk tabi olanlar ekseriyet yani garibanlar, yoksul olan kişiler.
Bir rahibe birisi gitti haber verdi, dedi; “Arabistan tarafında bir peygamber çıktı” dedi. “Ne dersiniz dedi doğru mudur? Onun dedi elameti nedir?” dedi. “Ona ilk” dedi, “Tabi olanlar kimlerdir?” dedi. “İşte zenginler mi yoksa gariban yoksul olan kişiler mi?” dedi. “Ekseriyet yani çoğunluğu gariban insanlar, o zaman” dedi, “Tamam, o hak peygamberdir. Çünkü bundan önce gelen peygamberlerin ilk tabi olanları yoksul ve gariban olan kişilerdir.” Çünkü zenginler neden kibir şey altına boyunduruk altına girmek istemiyor! Yoksulluğu sadece kaybedecek hiçbir şey yok zaten, onları bir yere sığınmak istiyorlar. Onların inanması daha çabucak oluyor. Zengininki ise biraz daha zor oluyor. Zenginlerdende iman eden var ama çoğunlukla garibanlar ilk önce peygamberlere tabi olanlar. Yani herkes de zengin olmak istiyor da. O da ayrı bir konu tabi. Yani zenginlik insanı Allah’tan, dinden uzaklaştırıyorsa o büyük bir külfet. Yani kafana sıkmışsın. Yani benlik olan, kibirlik olan şeyi Allâhu Teâlâ’da sevmiyor, insanlar da sevmiyor.
Hazreti Musa (a.s)’a Allâhu Teâlâ dedi, “Son dersini” dedi, “Şeytandan alacaksın” dedi. “Git” dedi, “Ona söyle” dedi, “Sana bazı şeyler söylesin. Gitti sordu ona, dedi, “Bana bir şey söyleyecekmişsin sen, bir şey öğretecekmişsin” dedi.
“Ya Musa” dedi, “’Ben ben’ deme, ben gibi olursun” dedi. Şeytanında çünkü doğru söylediği yerler var. Orada doğru söyledi.
Ve Peygamber Efendimiz, Hazreti Ebu Bekir Sıddık Efendimiz ile mağaraya sığındılar. Orada da doğru söylemişti. Dedi; “Bunlar buraya sığındı”. Tabi onların gözlerine Allâhu Teâlâ güvercin gösterdi oraya. Yeni yuva yapmış, yumurtlamış, yavruları olmuş. Bir de örümcek ağını o şekilde gösterdi onlara. Halbuki hem şeytan orada da doğru söylüyordu.
Yani bize lazım gelen Yunus Emre’nin söylediği gibi; “Yaratılmışları hoş gör, Yaratandan ötürü.”
Bilemeyiz biz, şimdi meyhanede kaç tane Hazreti Ömer vardır. Sonradan Hazreti Ömer gibi döner ya da Bişr-i Hafi gibi döner. Bilemeyiz biz, şimdi meyhanede kaç tane Hazreti Ömer vardır, sonradan Hazreti Ömer gibi döner ya da Bişr-i Hafi gibi döner, bilemeyiz yani; onun için hiç kimseyi hor görmemek lazım.
Derviş olana, ne diyordu Nakşibendi Hazretleri; “Eller yahşi biz yavan, herkes buğday biz saman”.
(Yunus Emre) “Yol o dur ki Hakka vara, göz odur ki alçaktan baka, yukardan bakan göz değil.”
Yani eskiden dergahlara geldiği zaman ilk benlik putunu kırmak için Mürşitler, müride temizlik görevi veriyordu. Hatta Aziz Mahmut Efendi, Üftade Hazretlerine vardığında ne görevi verdi ona?
“Oğlum sen” dedi, “Yapamazsın bizim yolumuzu”.
“Yok efendim yaparım” dedi. “İyi o zaman bu kaftanla kılığını değiştirmeden” dedi, bir oklava verdi ona. “Al” dedi, “Bununla sakatat sat çarşı pazarda”. Şimdiki gençler ise iş beğenmiyor.
Mevlana, Mevlana’da olmadan evvel Şems-i Tebriz’i ile yolları kesiştiğinde, o kendi halk ile yürüyordu yolda, atın üstünde. Şems-i Tebriz’i bunun atın yularından tuttu; “Ey genç” dedi, “Benim bir sorum var!” dedi. “Cevaplayabilir misin?” dedi.
“Buyurun efendim” dedi. “Ne demek!” dedi. “İlmin deryasına geldiniz. Cevaplarız inşaAllah. Söyleyin buyurun” dedi.
O da dedi ki; “Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri benim sancağım” dedi, “Resulullah (s.a.v)’in sancağından daha büyüktür” dedi. “Buna ne dersiniz?” dedi.
Mevlana Hazretleri alttan indi, bir nara attı, bayıldı, düştü orada. Bu sancakların büyüklüğüde kaç kişiye hidayetine vesile oldun, onunla alakalı olan bir şey bu.
Yine Mevlana Hazretleri talebelerinden ders görüyordu dere kenarlarında. Orada işte kal ilmi yani söz ilminden, kitaptan okuyorlardı. Şems-i Tebrizi geldi; “Siz” dedi, “Ne okuyorsunuz?”
“Bu herkesin diyebileceği bir konu değil” dedi, “Bu” dedi, “Kal ilmi”.
“Ver bakayım” dedi, “Nedir o kitap?” aldı şöyle bir, attı dereye, dereye atınca tabi bütün mürekkepler masmavi oldu dere, hepsi silindi gitti dedi; “Ne yapıyorsun? dedi “O kitabı yazmak için kaç senelerimizi verdik biz, kolay” dedi “Hemen” dedi, aldı dereden onu. Aldı önüne koydu onu öyle vurdu. Tozu bile çıktı. Mürekkepler yine duruyor. Bu da dedi; “Hal ilmi. Kal ilmine benzemez. Kal ilmi ne olanları da hal ilmini anlamaz.”
Allah bizleri muhafaza buyursun. Hazreti Musa (a.s) duasında ayet-i kerimede ne diyordu; “Hesap güne inanmayan her kibirli kişinin şerrinden benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a sığınırım” diyordu. Yani insanların irşadı sadece söz ile değil hal ile de oluyor.
Hazreti Ali (r.a.) Efendimiz savaştayken düşmanın tam kellesini vuracaktı. Düşman tükürdü buna. O arada Hazreti Ali Efendimiz kılıncı vurmaktan vazgeçti. Soktu kınına. Dedi; “Kalk” dedi, “Tamam seni bağışlıyorum.”
Şey şaşırdı düşman. Dedi; “Neden böyle yaptın? Bana kılıncı vurabilirdin. Ben seni az önce” dedi, “Allah için seni vurup öldürecektim. Ama sen bana tükürünce” dedi, “Nefsim araya girebilir. Onun için seni nefsim için öldürsem, seni katletmiş olurum” dedi. “Yani bunun bana bir faydası yok. Onun için sana vurmaktan vazgeçtim” dedi. Adam bu hali görünce İslam’ı seçti. “Demek sen” dedi, “Allah’ına bu kadar bağlısın. Yani sizin Allah’ınıza teslimiyetiniz bu kadar farklı. Biz putlarımız için bu kadar bağlı değiliz yani. Ben” dedi, “Buraya savaşa ilk önce kendim için geliyorum. Kendi menfaatim, çıkarım için”. O hali görünce Hazreti Ali’de, İslam’ı seçti adam. Ama nedir? Benlik yok, kibir yok. Kendi nefsi için bile bir adam kılıç bile sallamıyor yani. Düşün, mübarekler öyle. Bunların örneği çok hal ile yani insanı İslam’a geçirmiş olan, hidayetine vesile olan.
NOT: Sohbetlerde işittiklerinizi veya okuduklarınızı kendi kendinize yapıp, vird haline getirmeyin, tasavvuf ehli iseniz Mürşid veya vekile danışmadan günlük zikir dersine ekleme ya da çıkarma da yapmayın. Ama arasıra yapılmasında da mahzur olmadığını da belirtmek isteriz.
#MuhyiddinArabiHz #ArabiHz #ŞemsiTebrizi#Hz.Mevlana #AzizMahmutEfendi #ÜftadeHz #YunusEmre#kibir #benlik #kendinibegenme #horgörme#ego #bencil #kasıntı #bilgi #ilim #halehli #kalehli #halilmi