Merhamet imanlı olmanın alametlerindendir. Merhamet olmayan kalpte iman yoktur. Çünkü hadis-i şerifte ne buyuruyordu Peygamber (s.a.v) Efendimiz; “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.” Yani merhamet Allah’ın rahmet etmediği nerededir? Cehennemdedir, azaptadır. “Merhamet ediniz ki merhamete nail olasınız.”
Allahu Teâlâ’nın Rahman Esması nasıl ki birçok esmayı içinde barındırıyor ise işte kulda da bu Rahman Esmasının tecellisi olan merhamet hali birçok güzel halleri ve hasletleri meydana getirir. Peygamberlerin vasıflarından bir tanesi de nedir; merhametli olmalarıdır.
Allahu Teâlâ ayet-i kerimelerinde bahsederken Peygamberlerden; onlar için ne buyuruyor? “Yufka yürekliydi”. Zaten mümin olan bir kişi de zalim, yıkıcı ondan sonra kalp kıran yani; bu gibi özellikler hiç mümine yakışmayacağı gibi bunlarda onda, yani gerçek müminde olamaz.
Çünkü biz öyle bir Peygambere ümmetiz ki ayet-i kerimede Allahu Teâlâ ne buyurdu; “Vemâ erselnâke illâ rahmeten lil’âlemîn”; ‘‘Biz seni alemlere ancak rahmet olarak gönderdik’’ buyuruyor. Alemlere rahmet. Yani sadece Müslümanlara rahmet edici değil. Fatiha Suresi’nde de; “Elhamdulillâhi Rabbi’l-âlemîn’’ diyoruz. Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun. “Sadece İslam’ın Rabbi olan Allah’a hamdolsun” demiyoruz. Alemlerin Rabbi olan Allah’a. Yani biz sadece Müslüman olanlara değil, tüm insanlara, tüm hayvanata, nebata, merhametli olacağız. Yani yıkıcı, dökücü olmamak lazım.
Hz. İbrahim (a.s) sofrasına bir misafir olmadan oturmazdı. Yine böyle akşamüstü baktı; “Yoldan bir kişi geçse de yani onu alayım soframı ona ikram edeyim” diye. Baktı uzaktan ileriden bir kişi geliyor onu davet etti sofrasına. Tabi bu davet ettiği kişi de Mecusi; ateşe tapanlardan. Ona sofrasında yemek ikram etmek için davet etti onu. Ondan bir şart istedi. “Yalnız,” dedi, “Yemeğe başlamadan önce,” dedi, “Bismillah” demesini söyledi ona.
Mecusi de kabul etmedi; “Ben senin Allah’ına yani ilahına inanıyor muyum?” dedi. “Ben ateşe tapıyorum, öyle bir şey söylemem” dedi.
“Ama,” dedi, “Bunu söyleyemezsen, ben sana ikram edemem yani.”
Mecusi de; “Tamam o zaman” dedi. “Ben” dedi, “Senin yemeğinden yemiyorum yani senin ilahın adını söyleyerek.”
Bastı gitti Mecusi. Sonra aradan az bir zaman geçti. Allahu Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s)’a nida da bulundu. “Ya İbrahim!” dedi, “O kulum 70 yıldır beni tanımadığı halde ben ona ikram ediyorum.” Yani Rahman sofrasından ne yapıyor Allahu Teâlâ herkese veriyor. “Ama ondan,” dedi yani, “Sofrasını esirgemedim, rızkını esirgemedim. Sen niye şart koştun ona? Yani benim gibi vermedin.”
Hz. İbrahim bu sözü duyunca gitti o mecusiyi aradı buldu ve tekrar davet etti onu.
Tabi mecusi şaşırdı. “Beni kendi ilahını anmadan yemek vermeyen kişi şimdi niye beni tekrar davet ediyor?” diye. Bir de kan ter içinde kalmış. Dedi; “Ben böyle böyle Rabbim bana dedi” buyurdu. “İşte ben onu 70 yıldan beri bana inanmadığı halde ben onu besliyorum. Sen niye onu şart koşarak sofranda bulundurmak istedin?” diye.
Mecusi şaşırıyor. “Senin,” diyor, “Allah’ın seninle konuşuyor mu, yani ilahın?”
O da, “Evet diyor, “Ben Allah’ın peygamberiyim. Ben kaç yıllardan beri ateşe tapıyorum” dedi. Bana hiç böyle konuşmadı. Ve,” dedi, “Benim için de öyle mi?” dedi, “70 yıldan beri beni tanımadığı halde ben ona rızkını veriyorum” diye. Çok hoşuna gitti bunları duyunca iman etti ondan sonra o mecusi. İslam oldu yani.
Peygamber Efendimiz zamanında da Ashabtan bir kişi vardı. Sabah namazını kıldıktan sonra tesbihata, duaya katılmadan, sohbete katılmadan hemen gidiyordu evine. Dikkatini çekti tabi bu Peygamber Efendimizin. Sonra ona sordu; “Neden bizimle beraber sohbette bulunmuyorsunuz, hemen eve gidiyorsun” diye.
O da diyor; “Ya Resulallah benim yan komşum Yahudi” dedi. “Onun bahçesinde hurma ağacı var. Onun dalları benim bahçeme doğru sarkıyor. Benim,” diyor, “Yeni çocuklarım var. Yani 2-3 yaşlarında akıllara ermez. Onların da şimdi mahsul verme zamanı, yere düşen hurmalardan yerde kursaklarından yani; haram lokma geçer diye onları kollamak için gidiyorum erkenden ki çocuklar yani o hurmalardan yemesinler diye”.
Bu meseleyi duyunca Ebu Bekir (r.a) Efendimiz o Yahudiye gidiyor. “İşte,” diyor, “Senin bahçende bir hurmalık var, onu bana satar mısın?” diyor.
O da diyor; “Allah, Allah” diyor, “Bir hurma ağacını ne yapacak?” Yüksek meblağa istiyor mesela bin dinarsa iki üç bin dinar fazladan istiyor.
Hemen Ebu Bekir (r.a) Efendimiz veriyor parasını. “Bunu,” diyor, “Bu yan taraftaki komşuna, Müslüman olan komşuna bağışladım” diyor. O toplasın yani bunları.
Yahudi merak ediyor tabii, diyor; “Ne alaka” diye. Diyor; “Neden böyle bir şey yaptınız?” İşte durumu vaziyeti anlatıyor. “İşte benim kardeşim de,” diyor sabahki sohbetlerden Peygamber Efendimizden yani mahrum kalmasın. Bu Yahudinin çok hoşuna gidiyor. “Siz demek kardeşler arasında yani müminler arasında bu kadar şefkat ve merhametlisiniz.” O da İslam oluyor sonra o Yahudi. O verdiği parayı da geri veriyor. “Benim bağışım olsun ona” diyor. Ağacı da o yan Müslüman komşusuna bağışlıyor Ashab’dan olan kişiye.
Yani merhameti hal olarak yaşıyor ve onun Müslüman olmasına vesile oluyor. Yani sözle anlatmaya bile gerek kalmıyor. Tabii bir mümin ne kadar etrafına merhametli olduğu kadar kendine de merhametli olması lazım ki bu da kendine merhameti nedir; tövbe istiğfardır. İbadat-ı taattır.
Çünkü ne diyor ayet-i kerimede? “Ey nefislerine zulmeden kullarım.” Günahta ısrar eden. Yani günah zulmetmek nefse. Kişinin işte kendine merhamet etmeside tövbe istiğfarıdır.
Bununla ilgili Bağdat’ta Kırkların reisi var. Bunun da 3-4 tane yanındaki o Kırkların içinde olanlar toplanıyorlar. O günde Kırklardan birisi Hakk’a yürümüş yani vefat etmiş. Onun yerine birisi seçilecek. Reisleri diyor ki; “Etrafa bakın bakalım gece yarısı olmuş. Saat 2-3 onlar toplanmışlar reisin evinde eğer bir mümin teheccüde kalkan, Kur’ân okumak isteyen, zikir yapmak isteyen gece yani Allah için kalkmış olanlardan birisinden seçiniz” diyor.
O da bakıyorlar işte teveccüh ediyorlar. Radarları açıyorlar yani frekans ayarı. Bugünkü deyimle anlatmak gerekirse; nasıl da radyo frekansı var ya. Her frekans çevirdiğinde bir oradan radyo istasyonu denk geliyor. Şu andaki için “Yok” diyorlar.
O günde bir kişi var Müslümanlardan. Ama bu da oraya borç, buraya borç. Niyeti bozmuş. O reisin de evine girecek. Tabii reis olduğunu bilmiyor; Kırkların reisi olduğunu. Zengin kişi onun ahırından bir at çalacak. Giriyor ahıra bakıyor. Gece saat 2-3. Işıklar yanıyor. “Bunların artık uykusu gelmiştir,” diyor, “Ben ahıra gireyim. Onlar uykularında ben,” diyor, “Atı çalar giderim, satarım”. Yani onlar işte borcunu harcını ödeyecek. İhtiyaçlarını karşılayacak yani. O niyetle gidiyor eve. Bakıyor bunlar 2-3 daha hala ışıklar, kandiller sönmüyor. Aradan zaman geçiyor tabii o Kırklardan olanlar başlıyorlar işte avluya iniyorlar, abdest alıyor kimisi. Böyle sıra sıra bu bakıyor ışıklar hala kapanmamış. Bunlar bakıyor abdest alıyorlar yani Allah için bir şeycikler yapacak, namaz kılacaklar ya da zikredecekler.
Bu at hırsızı o anda hali bir değişiyor; “Ya,” diyor, “Ben buraya at hırsızlığı için geldim” diyor. “Bu kullar ise Allah için işte abdest alıyorlar. İbadet edecekler. Bu ben nasıl bir zalimim böyle ya”. Kendi kendine hayıflanıyor yani. Kendini ayıplıyor orada. İşte merhamet ediyor yani. “Bir de” diyor, “Bunlar beni bir görse rezil olurum” diyor. İşte mahkemeye gidecek. Belki de hırsızlıktan dolayı eli kesilecek. Yani çok utanıyor. Hicap duyuyor. Ve bir de o kullar kalkıyor işte Allah için. Bu ise tam tersine zıttı. Günahı için orada tövbe istiğfar ediyor. Canı gönülden gözyaşı döküyor. “Bakma Allah’ım beni affet” diyor. “Ben, tamam” diyor, “Vazgeçtim bu hırsızlık olayından. Yeter ki beni affet, beni bu yani pis işten kurtar. Uyudum, işte nefsimin isteklerine.”
Reis yine soruyor yakındakilerine; “Var mı?” diyor, “Ayakta olan bir mümin. İşte dervişti, abitti, zahitti.”
“Şimdilik yok ama efendim sizin ahırda bir at hırsızı var” diyor. “O şimdi tövbe etti, gözyaşları döküyor. O uygun mudur, onu seçelim mi aramıza?”
O da; “Uygundur,” diyor. “Madem ki tövbe etti, istiğfar etti, gözyaşlarını döktü. Uygundur, olur” diyor, “Biz onu zamanla yetiştiririz.”
Ve o genç yani eve hırsızlık için girmişti. Nefsine zulmetmedi. Merhamet etti. Allah da ona rahmet etti, merhamet etti. Nasuh tövbesini kabul eyledi. “Et Tevvâb” tövbeleri kabul eden. Yunus (a.s)’ın tövbesi de nasıl? Lâ ilâhe illâ ente subhâneke innî kuntu minez zâlimîn. “Ey Allah’ım ben nefsime zulmettim, kendime zulmettim. Sen bütün eksiklerden münezzehsin. Senden başka ilah yoktur” dedi. Kırk gün balığın karnında bu tesbihatı söyledi. Balığın karnında 40 gün “erbain” yani onun çile odası gibi olmuş oldu.
NOT: Sohbetlerde işittiklerinizi veya okuduklarınızı kendi kendinize yapıp, vird haline getirmeyin, tasavvuf ehli iseniz Mürşid veya vekile danışmadan günlük zikir dersine ekleme ya da çıkarma da yapmayın. Ama arasıra yapılmasında da mahzur olmadığını da belirtmek isteriz.
#merhamet #Rahmet #tövbe #NasuhTövbesi #gözyaşı