ALLAH’A KUL OLMAK – ŞEYH ŞİBLÎ HZ. VE AKŞEMSEDDİN HZ.’İN İLK TERBİYELERİ

0
71

Yunus Emre, “Taptuk’un tapusunda kul olduk kapısında” diye mısraları geçen kulluk bahsinden dem vurur. Halbuki Fatiha Suresi’nin 5. Ayetinde, –Esteüzu Billah,İyyake na’büdü ve iyyake nestain” diye Allahu Teâlâ’nın ayetinde geçer. İşte burada esas niyet, amaç, gaye; Allah’a kulluktur. Kulluktan maksat; O’nun hizmetinde bulunabilmek, O’nun dediklerini yerine getirmek.

Çünkü bu dünya, dünyevi işlerde de böyledir. Bir yerde çalışıyorsak o kişinin hizmetindeyiz ve onun dediklerini yapmakla mükellefiz. İşte mümin olan bir kişi bu hizmetleri, bu kullukları esas gaye, amaç olan Allah’a kulluk için yapıyor. Mesela; bir yerde çalışıyor günlük temini için ve buradan helal kazancından ne yapacak bu kişi; işte ailesini geçindirecek, namazını, niyazını yapması için enerji toplayacak. Ama başka bir kişiye hizmetle bunu yapıyor. Yani o vesile olmuş oluyor. Esas gaye, amaç bu değil ise o zaman yapmış olduğu hizmetleri kime yapmış oluyor bu sefer; kendi nefsi için ve karşı tarafa yapmış olduğu hizmetle kalıyor. Yani yapılan bütün fiiliyatlar ya Allah için kulluktur ya da nefis için kulluktur. İkisinden biri.

İşte Yunus Emre de bu dizelerinde öyle diyor; “Taptuk’un tapusunda”. Tapu ne demek? Sahiplenmek. Bir arsa alırsın, ev alırsın sahiplenmiş olursun. Yani o sana ait olmuş olur. Ama o ev ya da bahçe ne kadar bizim olduysa, biz de onun oluyoruz. Çünkü bir ev aldığımız zaman devamlı onun içinde işlerimizi hallediyoruz. Yani onunla hemdem oluyoruz. Yani ev ne kadar bizimse, bizde evin olmuş oluyoruz yani. 

Yunus Emre’nin başka bir dizesinde dediği gibi:

Kullar senin, sen kulların,
Günahları çok bunların.
Uçmak’ına koy bunları,
Binsinler bırak Çalabım.

Yani burada da ne kadar biz Allahu Teâlâ’nın kullarıysak, Allahu Teâlâ da bizlerin. İşte Yunus Emre, “Tapduk’un tapusunda” demekle yani; “Ben seninim” diyor. Yani; “Senin hizmetkarınım, senin dediklerini yapacağım”. Ama amaç, gaye ne; Allah, Allah için. “Kul olduk kapısında” diyor. Yani kulluk ne; hizmet. Dergaha hizmete adamış kendini. Peki, dergaha gelenler kim? Dervişler. Orada ne olunuyor; zikir olunuyor, Kur’ân-ı Kerim okunuyor, ilim, irfan öğreniliyor. Sonuç itibariyle, yine kime hizmet olmuş olunuyor; Allahu Teâlâ’ya.

Yunus Emre ormandan dergaha odun taşıyor ve bir tane yamuk odunda getirmiyor. Halbuki bu getirdiği dümdüz odunlardan kapı ya da pencere yapılmayacak. Alt tarafı yanacak. Yani kül olacak sonuç itibariyle. Ama ne yapıyor; yamuk yıllık getirmiyor. Dümdüz getiriyor. İşte nedir bu; edep, adap, takva. İnce düşünce yani.

Takvayı şöyle özetlemek gerekirse; hani iki kişi vardır. Birisi niyet olarak ne yapıyor, yerdeki taşı görüyor, başkalarına zarar vermesin diye ayağını şöyle ittiriyor. Bir de takva sahibi olan kişi onu taşı yerden alıyor eliyle, yavaşça bir kenara koyuyor. Onunda düşüncesi ne; Allahu Teâlâ yani bunu sahibi olan Allahu Teâlâ incinmesin. Daha ince düşünce.

Yunus’ta edebinden, saygısından dergaha yamuk odun getirmiyor. “Bizim dergaha yakışmaz” diyor. İnce düşünüyor adam.

Eski devirlerde hemen tarikatlara yani; dergahlara derviş kabul etmiyordu şeyhler. İlk önce onları bir denemeye tabi tutuyorlardı. Mesela; Şeyh Şibli Hazretleri o zengin bir kişiydi. Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerine intisap etmek istedi. Ona bir aşk ateşi düştü ve buldu Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerini. Ona intisap etmek istedi.

“Biz seni bir sınıyalım bakalım, bizim yol çetrefillidir” dedi. “Eğer seni azimli görürsek, istekli de görürsek yani; sadık kalırsan, seni öyle dervişliğe kabul ederiz”.

“Peki, ne yapacağım efendim?” dedi.

“Sen bu üstündeki kaftanları çıkar” dedi. Tabi adam zengin. Yani bugünkü grand tuvalet giyilmiş bir kişi. “Bunları çıkar,” dedi, “Üstüne yamalı elbiseler al yırtık pırtık. Çarşıya, pazara in,” dedi, “Orada dilencilik yap. O topladığın paraları getir buraya. Ondan sonra işte garibanlara yoksullara dağıtacaksın. Ama dağıttığın zaman mesela bir yaşlı bir teyzenin ihtiyacı var. Onun neyse erzak ihtiyacı ya da odun ihtiyacı. Onu kapısının önüne bırakacaksın. Çalacaksın kapıyı, oradan uzaklaşıp gideceksin. Yani sana minnet etmesin. Seni gördüğü zaman ya da senin nefsin kabarmasın diye verdiğini yani kimin verdiğini bilmeyecek bile” dedi. O şekilde ona bir sene hizmet ettirdi.

“Sonra,” dedi, “İşte efendim beni kabul edecek misiniz?”

“Oğlum sen daha dünya kokuyorsun,” dedi, “Sen daha dilenmeye devam et” dedi. Tam üç sene sonra aldı onu. İlk önce nefsi kırılsın diye insanlara hizmeti. Ondan sonra Allahu Teâlâ’ya kulluk etmeyi, hizmet etmeyi öğretti ona.

Akşemseddin Hazretleri de öyle. O da Hacı Bayram Veli Hazretlerine intisap edecekti.
Onun bulunduğu muhite gitti. Baktı onlar halktan yardım talep ediyorlar. Himmet topluyorlar yani. İşte kimisi para veriyor, kimisi buğday veriyor, kimisi un elinde ne varsa.

O da baktı; “Bunlar nasıl derviş böyle?” dedi. Milletten topluyorlar yani. Kendilerine yediklerini zannetti onları. Halbuki o halktan topladıklarını yine garibanlara dağıtıyordu. Yani milletin üstünden defi belayı alıyordu. Akşemseddin zannetti onlar kendilerine topluyor, kendileri yiyecek. Sonra ona hiç bulaşmadan Mekke tarafına doğru yürümeye başladı. Geceleri rüyasında kendini boynunda bir tasma zincirli. Zincirin ucuna da bir baktı, Hacı Bayram Veli Hazretleri’nin elinde. Oradan kalktı sabahleyin kan ter içinde. Arkadaşına sordu; “Böyle, böyle rüya gördüm. Bunun hikmeti nedir?”

“Neden dolayı sen terk ettin?” dedi.

“Böyle böyle…” dedi.

Onlar yardım topluyorlar” dedi, “Yani kendileri için”.

“Yok, olur mu?” dedi, “Onlar kendi için yapar mı? Halk için topluyorlar” dedi.

Yanlışını anlayınca tekrar geri döndü. Dergaha geldi. Dervişlerle beraber yemek yiyorlardı. Ona vermedi Hacı Bayram elini.

“Verelim mi?” dedi yanındaki müridi.

“Yok,” dedi, “Vermeyin”.

“Sonra artan yemeklerden verelim mi?” dedi.

“Yok,” dedi, “Gidin köpeğe dökün” dedi. Köpeğin çanağın önüne döktü.

Ondan sonra, “Sen ancak buna layıksın” dedi Akşemseddin kendi kendine; “Onlarla beraber, dervişlerle beraber yemek yemeye layık değilsin. Köpeğin çanağından ye” dedi, “Nefsin iyice kırılsın”.

Tam köpeğin çanağına yeltendi, o zaman Hacı Bayram Veli; “Ha,” dedi, “Şimdi bu
nefsini kırdı”. Gitti ondan sonra onu kabul etti.

Taptuğun tapusunda, kul olduk kapusunda
Yunus miskin çiğ idik, piştik Elhamdülillah.

Mevlana Hazretleri de ne diyor; “Hamdım, piştim, yandım.”

Pişmekten murat ne? Nasıl bir yemeğe bile ne yapıyoruz yarım saatte, bir saatte, kimisi iki saatte, kimisi üç beş saatte bile olan yemek var. Her ürünün bir pişme zamanı var, aynı insanın da böyledir. Bir de bu yemek lezzetlensin diye bunlara ilaveler oluyor işte, ne bileyim biber konuluyor, soğan konuluyor, yağ konuluyor, baharat konuluyor, tabi bunların bir de zamanı var, yani nerede, ne zaman konulacak. İşte insanda da aynı, bu ilerledikçe pişme süresince, yaşadığı hayattaki sıkıntılar, dertler ona biraz lezzet katar, Kur’ân’dan aldığı ilim katar, zikir katar, yaptığı hayır hasenat katar. İşte insanda böyle takvalanır (lezzetlenir) ama bu nedir; sabır. Çünkü her insanın bir pişme süresi var yemeğinde olduğu gibi sabır ve azim ile.

https://youtu.be/Z8GohO6sl8E

NOT: Sohbetlerde işittiklerinizi veya okuduklarınızı kendi kendinize yapıp, vird haline getirmeyin, tasavvuf ehli iseniz Mürşid veya vekile danışmadan günlük zikir dersine ekleme ya da çıkarma da yapmayın. Ama arasıra yapılmasında da mahzur olmadığını da belirtmek isteriz.

#HacıBayramVeli #AksemseddinHazretleri #TaptukEmre #CüneydiBağdadiHazretleri #CüneydBagdati #YunusEmre #ŞeyhŞibliHazretleri #SeyhŞibli#kulomak #kul #

CEVAP VER

Yorumunuzu yazınız
İsminizi yazınız